Arama sonuçları

Beynin potansiyelini hiç kullanmıyoruz. Ferrari ile arka sokaktan ekmek almaya gidiyoruz

Beynin potansiyelini hiç kullanmıyoruz. Ferrari ile arka sokaktan ekmek almaya gidiyoruz

Beynin potansiyelini kullanmıyoruz. Ferrari ile arka sokaktan ekmek almaya gidiyoruz. Türkiye’nin gündemine ‘beyin’i sokan Prof. Dr. Sinan Canan beynin çalışmayan hiçbir yeri olmadığını ancak potansiyelini hiç kullanamadığımızı söylüyor. 

BEYNİN POTANSİYELİNİ KULLANMIYORUZ. FERRARİ İLE ARKA SOKAKTAN EKMEK ALMAYA GİDİYORUZ

Bununla ilgili de şu örneği veriyor: “Bu Ferrari’yi arka sokaktan ekmek almaya gitmek için kullanmaya benziyor. O arabayı otoyola sokmaya cesaret edemiyoruz”

Türkiye’nin yine çok tartışılan bir konusu olan ve müfredata girdiği anda tartışmaları başlayıp, dönemine göre müfredattan atılan Darwin ve Evrim Teorisi ile ilgili bakın Canan ne diyor:

EVRİM TEORİSİ İLE MESAFESİ OLANLAR BU MESELE İLE BARIŞMALI

 “Evrim meselesiyle mesafesi olanların acilen bu mesele ile barışması gerek. Bu karikatürize bir politik duruştan başka bir şey değildir. Darwin’in 160 sene önce yayınladığı, ‘Türlerin Kökeni’ kitabında ortaya koyduğu, varyasyonla doğal seçilim ve türleşme diye anlattığımız evrim kuramının üzerine daha çivi çakılamamıştır. Yani yeni bir teori, ondan daha iyi açıklayıcılığı olan hiçbir bilgimiz, hiçbir kuramımız yoktur.”

YARATICILIK SOYKIRIMI YAPIYOR

Eğitim sistemini ise “Ben ne istiyorum?” sorusunu sormaya izin vermediği için “Bu eğitim sistemi yaratıcılık soykırımıdır” diye nitelendiren Canan’ın bir eleştirisi de ailelere. Çünkü ailelerin büyük çoğunluğunun çocuklarının hayal kurmasına izin vermediklerini, sadece beslenmeleriyle ilgilendiklerini söylüyor: “Anne babalar çocuklarının yemeğiyle ilgilendikleri kadar hayalleriyle ilgilense, cesaretlendirse o çocuk herşeyi yapar. Ama biz çocukları affedersiniz de bize emanet besi hayvanı gibi büyütmeye çalışıyoruz. Türk annesi modeli var ya ‘Acıktın sen, daha doymadın sen, tabağıındakini bitir sen, çocuğum yemek yemiyor’ diyen anneyi tecrit edip onunla bir hafta ‘açlık nedir?’ i konuşmak istiyorum.

CANAN İLE NELERİ KONUŞTUK?

pervinkaplancom instagram adresinden yaptığımız yayına konuk olan sinirbilim uzmanı Sinan Canan ile hem korona dönemini, eğitimini, hayatımızda nelerin değişmesine yol açacağını konuştuk, hem de Türkiye’nin “tartışmalı konuları” olmaktan bir türlü kurtulamadığımız Darwin, Evrim Teorisi ile eşcinselliği. Lisans eğitimini Hacettepe’de biyoloji alanında alan Canan,  yüksek lisansını histoloji-embriyoloji alanında yaptı. Doktorası fizyoloji ana bilim dalından. Doktora döneminde sinirbilimleri ve deneysel epilepsi konuları üzerinde çalışıyor. Fizyoloji Doçenti olarak birçok üniversitede akademisyenlik yapıyor.

Son yıllarda bilimsel çalışmalarını ise sinir sisteminde kaotik ve fraktal özellikler konularında yoğunlaştırıyor. Kaos Teorisi, Karmaşıklık, Fraktal Geometri, Doğadaki Biçimler, Öğrenme, Lisan ve Afazi, Zihin ve Beyin gibi konularda konferanslar veriyor.

Değişen Beynim, Beynin Sırları, Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler, İFA-İnsanın Fabrika Ayarlarına Dönmesi, Gelecekten Beyin Öyküleri, Dijital Dünyada İnsan Kalmak gibi birçok kitabı da bulunuyor. Aynı zamanda “Açık Beyin” kurucusu.

İşte Prof. Dr. Sinan Canan’ın sorularımıza verdiği yanıtlar:

 

KORONA DÖNEMİNİN FIRSATLARI NEDİR?

Çok şeyin değiştiği böyle bir zamanda özellikle çok daha yeni alternatifler ve fırsatlar var. Öğrenci ve başarı, kariyer açısından çok fazla fırsatlar var. Biz artık okulun insanların oturup da bir şeyler öğretileceği bir yer olmadığını fark etmeye başladık. Çünkü bunu evden de yapabiliyormuşuz, gördük. O okuldaki sosyal ortamın ne işe yaradığını galiba yavaş yavaş yeniden keşfediyoruz. Başarı dediğimiz o şeyin ne kadar sosyal başarılarla alakalı olduğunu bir kere daha göreceğiz. Bilginin aslında hayal gücü ve hedef olmadan, hele hele özdisiplin ve kararlılık olmadan bunun hiçbir işe yaramadığını da bu vesileyle bir daha öğreneceğiz. İnsan öğrenmeyi keyif ettiğinde ve onu öğrendiğinde hayatı gerçekten kökten değişiyor.

UYUŞTURUCU TERAPİSİ Mİ SEÇECEĞİZ YOKSA…

Öncelikle bir durmak gerekiyor. Mesela kendimden örnek vereyim ben bir eğitimciyim, hem üniversite öğretim üyesi, hem de şirketim var benim Açık Beyin. Orada yaptığımız hemen hemen bütün işler korona ile iptal oldu. Bir anda şunu fark ediyorsunuz, siz çok yoğun bir program yapmışken programınız bam diye boşa düşüyor. Şimdi yapabileceğiniz bir şey de yok. O zaman ilk yapabileceğiniz şey ne? Şimdi internetten gelen ‘Şu filmi izle, şu kitabı oku, işte şunu yap, bunu yap’ gibi şeylerle günümüzü doldurmayı seçebiliriz. Buna ben bir uyuşturma terapisi diyorum. Yani bugünlerin acısını ya da belirsizliğini hissetmemek için, gönüllü alınan uyuşturucular bunlar. Ya da ‘Bir dakika ya böyle bir durum oldu, ben bunu kontrol edemiyorsam bunun içindeki fırsatlar nelerdir?’ diyebir durup önce bakmak. Şimdi hala geç değil durup bakmak için. Muhtemelen çoğumuz zaten rutin hayatımızdaki şeylerin benzerlerini şu anki hayatımızda da sürdürüyoruz. Çalışıyorsak çalışıyoruz, öğrenciysek ders çalışıyoruz, bir şeyler yapıyoruz.

KENDİMİZE ÖZEL AYIRABİLECEĞİMİZ ZAMAN

Ama şu anda vaktimiz bir tık daha fazla olmalı eskisine göre. Yani kendimize özel olarak ayırabileceğimiz vakit. Onlardan bir kısmını bir durup düşünmeye ayıralım. Yani ne oluyor şu anda? Şu anda olan şeyin gerçekten bilinen kısımları ne? Bana öğretilen dayatılan kısımları ne? Bu iş böyle gider  mi, nereye doğru gidebilir? Etrafımıda neler oluyor, yakın çevremde neler var? Durup bunlara bir bakıp durmak gerekiyor.

DURMAZSANIZ ANLAYAMAZSINIZ

Çünkü anlamak durmanın meyvesidir. Durmazsanız anlayamazsınız. Önce bir durup sonra benim hep anlatmaya çalıştığım şey herhangi bir yeni meşgale bulmamız lazım. Yeni bir şey bulmamız lazım. Şimdi yeni bir şeyden kastım da oturup herkes piyano çalsın filan değil. Bu durumda bile bizim bu kriz halindeki dünyada, çünkü herkes aynı  şeyi yaşıyor, o yaptığımız şeyi biraz daha farklı yapmamıza yardımcı olabilecek ne yapabiliriz? Mesele hep biz bir iş yapıyorduk diyelim, para alıyorduk değil mi karşılığında? Benim ilk önereceğim meşgale, şu anda biriken vaktimle para almadan, yani herhangi bir karşılığı olmadan insanlara ne verebilirim? Çünkü bir kriz halinde, herkes ihtiyaç içinde şu anda. Kimse ne yapacağını bilmiyor. ‘Ben elimdekiyle insanlara ne katkı verebilirim?’ başlangıcıyla hareket etmek, bu dönemleri hem büyük faydaya, hem büyük açılımlara çevirecek düşüncenin başlangıcı bana göre. Böyle özellikle diğer insanlara faydalı bir meşgale yolu, yeni bir iş yapma yolu, yeni bir yaşama yolu keşfettiğimiz anda kendimizi de çok enteresan şekillerde keşfetmeye yeniden başlıyoruz, onu herkese tavsiye ederim.

 

BU DÖNEM ‘PAT’ DİYE BİTMEYECEK

Bir kere bu dönem ‘pat’ diye bitmeyecek. Ağır bir dönüşümle başka bir şeye evrilecek. O evrildiği şeyi ise bizim yapacağımız tercihler belirleyecek. Bugün bakarak yarın ne olacağını öngörmemizin mümkün  olmadığı belirsizlik durumundayız. Yarın ne olacağını biz ne yaparsak o belirleyeceği için, yarın olacak şeyde desteğe ihtiyacımız olup olmayacağı bugün ne yaptığımızla ilgili. Eğer bugün şimdi insiyatif alarak bir şeylerde aktif rol oynuyorsak, mesleğimizi, alışkanlığımızı, yaşama biçimizi, hobimizi, ne yapıyorsak hayatımızda, onu yavaş yavaş dönüştrmeye başlarsak, zaten oluşacak olan yeni durumun içerisinde otomatikman yer alacağız ve onun bir parçası olacağız.

 

HERKES ‘İŞİNE DÖNSÜN’ DERLERSE...

Yarın deseler ki ‘Yanlış anlamışız, korona diye bir şey yokmuş, haydi dağılın. Herkes işine dönsün.’ Şimdi bakın siz bu canlı yayınları yapmadan durabilecek misiniz? Ya da çocuklar ‘Evde de vardı bu ders, ben niye buraya geliyorum, bu kadar yol tepiyorum, sıkıcı bir derste oturuyorum? ‘ demeyecek mi? Öğretmen mesela diyecek ki ‘Ben bu dersi çekip zaten internete video koymuştum, çocuklarla burada başka bir şey yapsak’. Bunu diyecek öğretmenler çıkacak. Üniversiteler böyle olacak. Öğrenciler ‘bir dakika’ diyecekler, ‘Siz daha fazla laboratuvar, sosyal ortam istiyoruz, ders istemiyoruz, çünkü dersler online var zaten.’  

 

ESKİ DÜZENİ KORUMAK AHMAKLIKTIR

Bundan sonra bu gelecek taleplere göre, ya inadına eski düzeni korumaya çalışacağız, ki bu yapabileceğimiz en büyük ahmaklık olacaktır çok net söyleyeyim. Ya da bu yeni ortamın getireceği fırsatla, yıllardır yapmamız gereken değişiklikleri yapalım. Ben on yıldır şunu anlatırım net.

 

OKUL EN BÜYÜK VAKİT KAYBIDIR

Okul en büyük okul vakit kaybıdır. Çünkü internet ortaya çıktığı zamandan beri, özellikle son 5 yıldır, derste anlatılan herşey internette ve tek başına öğrenebilirsin. Böyle bir bilgi deryasının içinde, çocukları bir sınıfa toplayıp, hepsi aynı yöne bakacak şekilde oturtturup, birbirlerine bakmalarını ceza konusu yaptığınız bir eğitim sistemi, insana uygun tasarlanmış bir sistem değildir. Çocukların artık, birbirlerine bakacakları sınıf düzenlerine ihtiyacımız var. Öğretmenin onların ancak dikkatini çekebildiği zaman bakılmayı hak edeceği sınıf düzenlemesine ihtiyacımız var. Artık derslerin evde, hayatta, dışarıda, mobil cihazda takip edilebileceği yeni bir okul okul modeline ihtiyacımız var. Okul, insanın en önemli sosyalleşme alanıdır. Esas iş sosyal becerileri geliştirmekti.

EĞİTİM SİSTEMİ YARATICILIK  SOYKIRIMI YAPIYOR

“Ben ne istiyorum?” sorusunu sormanıza fırsat vermemiş bir eğitim sistemi var. Kendi hayalleri peşinde koşan insan sayısı iki elin parmaklarını geçmiyor. Bu eğitim sistemi bu açıdan bir yaratıcılık soykırımıdır. Yaratıcılığı soykırıma uğratmaktadır.  Resmen nesiller yaratıcılıktan ediliyor. Artık bundan vazgeçelim, çünkü yeni dönem, ancak yaratıcı insanın sorunları çözebileceği bir dönem. Yeni dünyayı yaratıcı insanlar yaratmak zorunda.

ÇOCUKLARIN HAYAL KURMASINA İZİN VERİN

Bu çocuk neyi iyi yapıyor, bu çocuk nerede kendini iyi hissediyor ve ne zaman daha enerjik, daha yaratıcı oluyor? Anne babalar, özellikle de anneler ve onların da yüzde 90’ı kampa gelen çocuklarını her gün aradıklarında sordukları tek soru ‘Öğlen yemeğinde ne yedi, akşam yemeğinde ne yedi?” Yani çocuk ne yapıyor ne ediyor, umurlarında değil.

YEMEKLERİYLE İLGİLENDİĞİMİZ KADAR HAYALLERİYLE İLGİLENSEK

Evde çocuğumuzun yemeğiyle ilgilendiğimiz kadar hayaliyle ilgilenirsek, o çocuğu beslediğimiz kadar hayal gücünü kışkırtabilirsek, ‘Hayallerinin peşinden git, ben de arkandayım’ diyebilsek işte o zaman o çocuklar her şeyi yaparlar. Bizim sorunumuz, çocukları, bir besi hayvanııymış gibi affedersiniz, bize emanet bırakılmış bir canlıymış gibi, bizimmiş gibi, böyle bir ev hayvanı gibi büyütmeye çalışıyoruz. Yemesi, içmesi, bilmem nesi, Türk annesi modeli var ya ‘Acıktın sen, daha doymadın, tabağıındakini bitir, benim çocuğum yemek yemiyor’ diyen anneyi tecrit edip onunla bir hafta konuşmak istiyorum. Açlık nedir, hipotalamaus nedir, leptin hormonu, açlık tokluk… Anlatmak istiyorum.

ACIKAN YER, DOYAN DURUR

Kafamızda bir şema var, ‘Bu çocuğun yanakları al al olacak, günde şu kadar öğün yemek yiyecek.’ Tabiatta böyle bir canlı yok. Acıkan yer, doyan durur. Ama biz o ayarı bozdukça beslenmesi de bozuluyor, hayata bakışı da bozuluyor. Başarıdan, okuldan, dersten anladığı her şey dağılıyor. Dolayısıyla sadece oturup onun hayallerini konuşalım. Sadece çocuğun hayallerini. Mesela bugün 8-10 yaşına gelmiş bir çocuğun eğitime gidip geliyorsa, okula devam ediyorsa büyük ihtimalle hayallerinin büyük bir kısmı ameliyatla alınmıştır.. Tekrar ona gaz verelim. Kendi çocukluk hayallerimizden bahsedelim. Aklımıza gelmiyorsa uyduralım, yalan söyleyelim. ‘Böyle hayalim vardı’ diyelim. Çocuk hayal kurulabileceğini hatırlasın. Bakınız, insanoğlunun süper gücünü elinden alıyoruz. İnsanoğlunun ne dişi, ne tırnağı, ne pençesi, ne kanadı, öyle bir üstünlüğü yok. Nedir insanın üstünlüğü? Olmayan bir geleceği hayal edip onu yaratabilir. Cep telefonu diye bir şey hayal eder ve bunu yapar. Bina diye bir şey hayal eder ve bunu yapar. Ama hayal edemezse yapamaz. Dolayısıyla olmayan şeylerin hayalini kurabilecek insanların hayal güçlerini öldürmememiz gerekiyor, en önemli sorunumuz bu.

 

BEDENİMİZDE BİR NUMARA YOK, ÜSTÜN GÜCÜMÜZ BEYNİMİZ

Beyin çok güzel bir metafor. Beyin insanı konuşmak için çok güzel bir araç. Zira bizi farklı yapan, bizi tabiatta hayatta tutan, bizi diğer canlılardan tabiri yerindeyse daha üstün bir güce sahip kılan şey aslında beynimizdeki yetenekler. Bedenimizde çok bir numara yok. Gayet zayıf, çıplak bir bedenimiz var. Ama beyinsel güçlerimiz, insan güçlerimiz, insan olarak ne yapıp yapamayacağımıza dair en iyi giriş kapısı. Eğer bir devrim olacaksa bu dünyada, yani hayırlı bir devrim olacaksa, bunu ancak kendisiyle barışık, kendisini anlamış ve okumaya vakit ayırmış insanlar eliyle yapacak. Beynini doğru kullanmayı bilen insanın çok büyük bir fark yaratacağına eminim.

VERİMLİ EĞİTİMİN ANAHTARI OLAN O SORU NEDİR?

Okulda her çocuğun sorduğu bir soru var ki verimli eğitimin anahtarıdır o soru. Ama biz onu duymuyoruz hiç. Çocuk mesela matematik anlatılırken bir soru soruyor, diyor ki, ‘Bunlar benim hayatta ne işime yaracak?’ Siz eğer beyine, ‘Bak güzelim bu öğrettiğim şey gerçek hayatta şöyle bir problemi çözmene yardımcı olacak’ diye öğretirseniz, bir hayatta kalma donanımı olarak, yeryüzünün en gelişmiş versiyonu olan beynimiz onu yer, onu yutar. Onu ikinci kez sormaz. Ve bu da duygusal bir öğrenme sistemi sayesinde gerçekleşir. Severse, onu benimserse, ona arzu duyarsa onu ezberler.

12 SENE İNGİLİZCE ÖĞRETİYORSUN ‘TIK’ YOK

Bakın 12 sene İngilizce öğretiyoruz diyorsunuzi tık yok. Ama bu çocuk okulu bitirdikten sonra İngilizce konuşan birine gönlünü bir kaptırıyor, üç günde felsefe yapmaya başlıyor. Bir aşık oldu mu, coşuyor. 90’lı yıllarda Karadeniz’de, özellikle Karadenizli erkeklerin Rusça öğrenme oranlarını hatırlayın, tavanlara vurmuştu. Neden, Nataşa etkisi diyoruz biz buna. Şimdi, bakın bu insanla ilgili çok temel bir şeyi anlatıyor. İnsan beyni hayatta kalma donanımı olarak işin ucunda üreme varsa, güvenlik varsa, beslenme varsa, etrafına tel çitler, beton duvarlar örseniz bile öğrenir. Onu tutamazsınız.

BEYİN DUYGUSAL BİR CİHAZ

Beyin duygusal bir cihazdır. Sevmezse, aşık olmazsa, iştiyap duymazsa, ihtiyaç hissetmezse, mümkün değil öğrenmesi. Merak nedir? O bilgiyi, o çözümü bünyesine dahil etme isteği. İnsan neye merak duyar? Bir ihtiyaca binaendir merak, değil mi? Bir şeyi bildiğiniz zaman onu daha iyi bir şeyi daha iyi yapmak için kullanabileceğinizi fark edersiniz. Bir sorununuzu çözeceğini düşünürsünüz ve bu sizde merak duygusu uyandırır. Anlama sistemi hayvanlarda olmadığı için insanlarda vardır ve biz anlam araştırmasına gireriz. Ve anlam dünyamız içerisinde bir anlam veremezsek ona, onu anlayamayız, öğrenemeyiz, hatta bu bizi huzursuz eder.

ÇOCUKLAR OKULDA NEDEN HUZURSUZ?

Çocukların okulda huzursuz olmasının temeli, bir sürü bilgiyi alması ama onu anlam dünyalarına oturtamaması. Sıkıntı bundan. Eğer önce evde, sonra okulda öğrenme aşkı hissedecekleri bir hayal hediye edebilirsek, bir vizyon gösterebilirsek, işte o zaman bizim oraların tabiriyle at kaçar, torba düşer. O çocuğu daha tutamazsınız. İlham bir insana verebileceğiniz en büyük ve en büyük dönüt dönüştürücü hediyedir. Ama ilhamın bir özelliği vardır, siz almadan veremezsiniz. Sizin ilhama açık olmanız lazım ki ilham verebilesiniz, bu da bir aldı verdi kuralı maalesef.

 

BEYNİMİZ 10 BİN YILDIR KÜÇÜLÜYOR MU?

Beynin küçülmesi, tercih ettiğimiz yaşam koşullarına göre beynimizin ve bedenimzin kendisini zamanla uyarlamasından kaynaklanıyor. Bir kere, bizim beyin büyüklüğümüz biyolojideki çok önemli sorunlardan biridir. Aşırı büyük ve aşırı enerji tüketen bir beynimiz var. Neden? Tabiatta o kadar zorlu koşullar için ayarlandık ki biz. Süper cin fikirli, hemen çözüm üretebilen, büyük beyinler çok gerekiyordu o zaman. Ne kadar büyük beyinliyseniz o kadar çok hayatta kalabilip, o kadar çok bu büyük beyin özelliğini yavrularınıza aktarıp, o kadar çok bunun baskın hale gelmesini sağlayabiliyordunuz ve küçük beyinliler eleniyordu.

BEYNİN BU KADAR BÜYÜK OLMASINA İHTİYAÇ KALMADI

O yüzden beyin mesela son 1,5 milyon yılda beyin çok büyüdü ama son on bin senede ne oldu? Tarım, şehirleşme, oturduk, bol gıda, hareket yok. Birinci insanın fabrika ayarlarına hemen hemen her şeyi ters yaşamaya başladık. Ve neticede gördüğümüz sonuç, bu beynin bu kadar büyük olmasına ihtiyaç yok. Beyni büyütme yönündeki seçilim baskısı kalktı aslında ve biz bu kadar enerji yakan bir organı lüzumsuz yere istihdam etmektense seneler içerisinde, nesiller boyunca yavaş yavaş daha küçük beyinlerin de hayatta kalmasına izin veren bir destek sistemine sahip olduğumuz için artık medeniyet diye bir şey var.

KÜÇÜK BEYİNLİLER DE HAYATTA KALIYOR

Dolayısıyla yani küçük beyinliler de hayatta kalabiliyor artık ve gittikçe beyinler küçülüyor. Ama, bu küçülme aptallaşma anlamına gelmiyor. Bazı zeka tipleri hala gerekli olduğu için, mesela IQ diye bir zeka tipimiz var, eğitimde çok kutsaldır biliyorsunuz. Eğitim başarısıyla birebir gittiği için en önemli zeka tipi zannediyoruz. Halbuki bugün yapay zekanın yaptığı şeyin adı bu işte. Yapay zeka onu bizden çok daha iyi yapıyor. Her türlü IQ testinde insanı yener, bugün en sıradan cep telefonunuzdaki yapay zeka yener. Dolayısıyla insanı bir yanlış kategoriye koymuştuk zaten, onun acısını çok fazla çekiyoruz. Ve netice itibariyle bazı zeka tipleri devam ediyor. Mesela onlar eğer biz hala IQ’yu böyle önemsemeye devam edersek, IQ’yü temsil eden bölge böyle küçülmeyecek.

SOSYAL BECERİLER GİDEREK AZALIYOR

Ama dikkat ettiniz mi sosyal beceriler azalıyor yavaş yavaş? Rezidanslarda büyümüş, kapalı güvenlikli, çok katlı yerlerde büyümüş çocuklarla ilgili bir sıkıntı var. Bu çocuklar, göze bakamıyor, göz göze gelemiyor. Niye, çünkü göz göze bakabilmek memelilerde çok zor bir beceridir. Saldırganlık anlamına gelir. Ve insan ancak mesela otizmde, gözlere bakamıyor otistikler dikkat edin. Niye? Otizmli beyinde o sosyal devrelerde zaafiyet var. Şimdi çocuklar sürekli ekrana baktığı için göze bakma eğitimi alamıyorlar. Ve yavaş yavaş bu devreler belki de ihtiyaç kalmadan kalkacak. Şimdi düşünün, hayatımızı şöyle dijital imkanlarla geçirdiğimizi. Dolayısıyla bu sosyal iletişim becerilerinin hepsi zamanla dumura uğrayabilir. Allahtan o kadar süre dayanamayız buna da, gerçek fabrika ayarları bizi hep geri çağıracak. Bu tip nedenlerle mesele uyumsal bir küçülme, çok telaş edecek bir şey yok. Ama bize önemli bir şey söylüyor. Tabiatta ayarlandığımız ayarlara göre uygun olmayan bir medeniyette yaşıyoruz ve vücut yavaş yavaş bununla ilgili cevap vermeye başlıyor.

 

BEYNİN NE KADARINI KULLANIYORUZ?

Yoksa yüzde 100’nü kullanıyoruz da potansiyelimizi hiç kullanmıyoruz. Yani hepsi çalışıyor, çalışmayan bir yeri yok. Yani mesela, bilgisayarı açtığımızda nasıl ki bütün devrelerine elektrik gidiyor, her şey çalışıyor. Ama bilgisayarda sadece bir tane kelime işlemci dosyası var ve siz sadece onu açıp kapatıyorsanız bu bilgisayarı hiç kullanmıyorsunuz demektir. Oysa o bilgisayar neler yapabiliyor, filmler yapabiliyor, oyunlar oynayabiliyor, her şeyi yapıyor. Ama siz sadece iki cümle yazıp kapatıyorsunuz. Çoğumuzun beyni böyle. Her yeri çalışıyor, ama potansiyel çoğu zaman boşa gidiyor.

FERRARİ İLE EKMEK ALMAYA GİDİYORUZ

Ben şuna benzetiyorum, son model son derece lüks bir spor araba var hepimizde, çok hızlı, çok donanımlı, full elektronik, ama bu arabayı sadece ama sadece iki sokak arkadan ekmek alıp gelmeye giderken kullanıyoruz, bu kadar. Yani o arabayı otoyollara çıkarmaya cesaret edemiyoruz, çeşitli nedenlerle. Korkutmuşlar bizi. O ‘Çok düşünme oğlum kafayı yersin’ filan var ya. ‘Profesör mü olacaksın başımıza, işte icat çıkarma.’

O yüzden sadece ekmek almaya giderken kullanıyoruz bu Ferrari’yi. Yani potansiyelini hiç kullanmıyoruz ama  beynin çalışmayan bir yeri yok, onu söyleyeyim, her yeri çalışıyor. Hayal bu kilidin anahtarıdır. Bu sınırları zorlamak dediğimiz meselenin niyet, gayret cesaret diye üçlü bir anahtarı var. Yani cesaret ederek harekete geçebilmemiz için bir hayalimiz olması gerekiyor. Bu hayal bir niyet. Ben bu hayale gideceğim niyetiyle gayret gösterip cesaretli adım atmak lazım. Bu döngü olmadığı zaman cesaret yerine esaret oluyor işte.

 

İNSANLARA ŞU SORU SORULMALI

İnsanara sıklıkla şu soru sorulmalı: Bir daha dünyaya gelseniz aynı hayatı yaşar mıydınız? Bu soru çok sert bir soru.Ve bu çocukların rahatlıkla cevaplayacakları soru. Eğer mutlu bir çocuksa, çocukların ‘tabii’ diyeceği bir soru. Bir arıza yaşamıyorsa, arkadaşı tarafından henüz tartaklanmamışsa, mutlu ve sağlıklı bir çocuk hemen der ki ‘Ben başka bir ailede doğmak istemezdim.’ Ama bir çoğumuz büyüdükçe diyoruz ki ‘Yok ya bir daha gelince bu yaşanır mı?’ Çünkü hayalimize göre değil, bize ezberletilene göre hareket ettik.

HAYALLERİNİN PEŞİNDE GİTMENİN YAŞI YOKTUR

Hiçbir şey için geç değil. Eğer şu anda nefes alabiliyorsak, eğer şu anda alternatifleri düşünebiliyorsak, şimdi kararlar alıp bazı değişiklikler yapmak için hiç geç değil. Yaş kaç olursa olsun, durum ne olursa olsun.

Adaşım Mimar Sinan’ın biyografisini okuyun. Bu da bana tarihin bir işaretidir diyorum, hep anlattığım şeyi benim adaşım yapmış. İlk ustalık eseri denilen Selimiye Camii’ni 70’li yaşlarında yapmıştır. 70’li yaşlarına kadar ameleliğin her aşamasında, amelelikten proje çizimine kadar her aşamasında çalışmıştır. Gözlemiştir, bakmıştır, yanılmıştır ama Selimiye’yi 70’inde dikmiştir. Mimar Sinan 70’inde çiçek açmış kocaman bir ağaçtır. Ve insanın ne zaman, ne saat, ne tarihte ne yapacağını kimse bilemez. Peyami Safa’nın bir sözü daha vardır: Zaman insanları değil, armutlar olgunlaştırır. Burada hazırsanız, niyet ederseniz, gayret ederseniz, cesaret ederseniz, yaparsınız. Çocuklarımıza öğretmemiz gereken şey de bana sorarsanız esas olarak budur.

DARWIN VE EVRİM İLE TOPLUMUN SORUNU NEDİR? DERS KİTAPLARINDAN NEDEN ÇIKARILIR?

Çok büyük bir sınavdır bu. Ben yıllardır bu konuyu da anlatıyorum biliyorsunuz. Ve temel amacım özellikle dini inançları nedeniyle bilimsel bilgiye mesafeli duran insanların neden çok büyük bir hata yapıyor olabileceklerini hatırlatmak ve bir şeyleri temelden yanlış anladığımızı hatırlatmak. Burada şöyle basit bir şey sanırım her şeyi çok güzel açıklayacaktır.

Biz çok severiz Ortaçağ tarihini karikatürize bir şekilde algılamayı. İşte Galile yargılanmaktadır engizisyon tarafından ve mahkemeden çıkarken bütün iddialarını reddetikten sonra der ki; ‘Dünya hala dönüyor.’ Vay ne kahraman Galile deriz. İşte Bruno çatır çatır kilise tarafından aforoz edilirken Bruno’nun tarafını tutarız. Kepler kiliseyle sorun yaşamıştır ki bunların hepsi de papazdır, Kepler’in tarafını tutarız. Batı tarihine bakıyorsunuz, neredeyse bilimle uğraan bütün bilim insanları kilise denilen kurumla bir papaz olmuşlar.

İŞ DARWIN’E GELİNCE KİLİSENİN TARAFINI TUTARIZ

Aynı sorunu Darwin yaşadığında biz Darwin’in değil kilisenin tarafını tutarız, enteresan bir şekilde. Müslümanların da böyle bir özelliği vardır ve bu enteresan bir propoganda haline getirilmiştir. Darwin bir şekilde din düşmanı, insanlık düşmanı filandır.

Okumadığmız için, Darwin’i tanımadığımız için böyle zannederiz. Ben bile öyle zannediyordum. Biyoloji öğrencisi olarak ben yıllarca evrim okudum, derslerini aldım, kendim de okudum ama evrimi Darwin’in hayatını okuduğumda anladım. Yani Darwin denen insanı, bir insan olarak okuduğunuzda nerelerden geçtiğini fark ettiğinizde, yani bir anda o çocukluk düşüncesinden sıyrılmanız gerekiyor. Çocukken aileniz bir ideolojiye daha yakındır, bir de onların karşıt bir ideolojisi vardır. O karşıt ideolojinin ideologları, atıyorum işte aileniz muhafazakarsa, Karl Marx size öyle gelir.

İNSANLARIN SAADETİ İÇİN ÇALIŞMIŞLAR

Halbuki bütün düşünürler, Marx’ı, Freud’u, Darwin’i, aklınıza kim gelirse, kendi bildikleri yoldan insanlığın saadeti için çalışmış, çok çalışkan, üretken düşünür bilim insanlarıdır. Bir kere bunu bilmediğimiz için biz karikatürize bir şekilde Darwin’i bir yere koyarız. Darwin’in 160 sene önce yayınladığı, “Türlerin Kökeni” kitabında ortaya koyduğu, varyasyonla doğal seçilim ve türleşme diye anlattığımız evrim kuramının üzerine daha çivi çakılamamıştır.

EVRİM TEORİSİ’NDEN DAHA İYİ  BİR KURAM YOKTUR

Yani yeni bir teori, ondan daha iyi açıklayıcılığı olan hiçbir bilgimiz, hiçbir kuramımız yoktur. Darwin’i bazen aşağılamaya çalışırlar ‘Onun zamanında biyoloji de yoktu, moleküler biyoloji de yoktu, genetik de yoktu, salladı gitti’ diye. Tam tersine, Darwin bütün büyük düşünürlerde olduğu gibi detaydan ziyade sisteme bakmayı akıl etmiştir ve sistemin müziğini işiterek bunu insanlara tarif etmiştir. Tabiri caizse notalarla aktarmaya çalışmıştır ama Darwin’in kendi zamanında da Darwin’i anlayan çok az insan vardı.

EVRİM KURAMINI ANLAYAN ÇOK AZ İNSAN VAR

Bugün de evrim kuramı denilen şeyi anlayan çok az insan vardır. Ben özetle şunu söylüyorum, hep iddia ediyorum, burada da iddiam büyük. Erken dönemde bir insana, gerçek doğal canlılık dediğimiz o doğadaki fenomenin ne olduğu gsöterilmezse, bu insan hayatı boyunca kendisine ve hayatına yabancı bir insan olarak kalır. Bugün de bunun en önemli aracı bilim ve biyoloji bilimidir. Biyoloji biliminin de temeli, bakın bu konuda artık lamı cimi yok biyolojinin temeli evrimdir.

Evrimsiz biyoloji de bir anlam ifade etmez. Hiçbir anlamı yoktur ve evrimle kavga etme alışkanlığını bir kenara bıırakıp evrimsel biyoloji denilen, takoz gibi kitapları olan, bütün dünyada standart bir akademik disiplini olan bu dalı öğrenmemiz gerekir.

EVRİM OLMADAN BU ÇAĞIN BİLGİSİ BEŞ PARA ETMEZ

Evrim olmadan, biyoloji olmadan bu çağın bilgisi beş para etmez. Çünkü nörobilim çağındayız, artık insan ve makinenin birlikteliğini konuşuyoruz. İnsan bedenini anladıkça, beynini anladıkça, yapay zeka bedenini, anladıkça teknolojiyi o tarafa doğru geliştirmeye çalışıyoruz. Biyoloji bilmeyen helak olur, perişan olur, öyle bir çağdayız.

EVRİMLE BARIŞMALARI GEREKİYOR. BU KARİKATÜRİZE BİR POLİTİK DURUŞ

Evrim bilmeyenin de biyolojiden hiçbir şey anlaması mümkün değildir. Evrim denen meseleyle, her ne sebeple olursa olsun mesafesi olanların acilen barışması gerekiyor. Bu artık karikatürize bir politik duruştan başka bir şey değildir. Bilimsel anlamda, hiçbir ciddi ve aklı başında insan, evrim var mı yok mu tartışması yapamaz. Evrim, buz gibi bir gerçektir. Yerçekimi gibi, elektrik gibi açık bir gerçektir. Evrim teorileri bunu açıklamaya çalışan teorilerdir, onları tartışırsınız. Evrim ile Darwin’in evrim teorisini ayırmayı öğrenemedikçe evrim gerçeğiyle insan teorilerini ayırt etmeyi, yöntemlerini bilmedikçe, maalesef bu garip kavgayı hala yapacağız.

YERÇEKİMİNE İNANMIYORUM DEYİP, CAMDAN ATLAMIYORSUNUZ

Nasıl ki ‘Ben işte yerçekimine inanmıyorum, gravitasyon teorilerine inanmıyorum’ diyerek camdan atlamıyorsanız, ‘Evrim, mevrim yok’ diyerek geçiştiremezsiniz. Çünkü bugünkü koronavirüs dediğiniz hikaye tastamam evrimin bir sonucudur. Aşı da yapacaksanız, ilaç da geliştirecekseniz evrimi anlamak zorundasınız. Gelecek virüslerden korunmak için de elimizdeki en iyi araç evrimsel biyolojidir. Bunu öğrenmeden bu işler olmaz.

YARADILIŞ MI EVRİM Mİ?

Mesela bakın şöyle çok garip bir ikilem var, ‘Yaratılış mı, evrim mi? ‘Yani şimdi bu o kadar boş bir soru ki, şimdi bize anlatılıyor değil mi kozmoloji? İşte nasıl, Big Bang oldu, patladık, gaz toz bulutu, sonra işte yoğunlaştı, gezegenler oldu. E tamam, ‘Bunu yani Allah yaptı’ diye inandığında bir sorun yok ki. Aynı şeyde de biyoloji ne diyor? ‘Hücreler vardı, bir araya geldi değişti, dönüştü, evrim geçirdi, bu canlılar oluştu.’ Tamam ‘Bunu Allah yaptı’ de geç git. Yani neden inandığınız Tanrı’ya bir yöntem dayatma zorunda hissediyorsunuz kendinizi? Yani Tanrı bunu istediği gibi yaratmaz mı?

LABORATUVARDA HERKES DİNSİZDİR

Bilimin işi zaten, eğer inanıyorsanız, yani bir tanrısal inancınız varsa, bilimin işi, Tanrı’nın işlerinin kodunu çözmektir yani nasıl yaptığını öğrenmektir. İnancınız yoksa da tabiatın nasıl çalıştığını öğrenirsiniz, mis gibidir. Bu kadar tantana yapmaya gerek yok. Laboratuvarda herkes dinsizdir. Laboratuvarda dinin işi yoktur, inancın, ideolojinin işi yoktur. Ölçümdür o. Bakarsınız, kanıtları koyarsınız, ‘Böyledir’ der geçersiniz, bitti. Ondan sonra alıp onu istediğiniz gibi inancınıza göre yorumlarken serbestsiniz.

Ama birisi de gelip bana inançsal yorumunu da bilim diye dayatırsa da ona da elimin tersiyle ‘güle güle’ derim yani. Ne inançsızlık, ne de herhangi bir inanç bilimle temellendirilemez. Çünkü bilimin böyle bir işi yoktur. Bilimin işi bu dünyadan faydalı bilgi üretmemizi sağlayan çok çok etkili bir araçtır.

BOŞ İŞLERİ BIRAKALIM, KAÇAN TRENLERİN ARKASINDAN BAKMAYALIM

Lütfen boş işlerle uğraşmayı bırakıp, artık şu kaçan trenin arkasından, hele bütün dünya da böyle resetlenmişken bir aklımızı başımıza toplayalım. Bilimi adam gibi öğrenelim ve bunun kaybıyla neler kaybettiğimizi, treni kaçırmanın nelere mal olduğunu görelim.

Bakın Sanayi Devrimi bu topraklarda kaçtı. Bilim devrimi kaçtı. Biyoteknoloji devrimi kaçtı. Nanoteknoloji devrimi kaçtı. Dijital devrim de kaçtı. Şimdi arkasından biyomekanik devrim geliyor. İçindeyiz. Dijitalleme, hibrid dünya, bunların hepsi bunun parçaları. Artık bunu kaçırmayalım.

İNANÇLI İNSANLARIN ÖNCE KARŞI ÇIKMASI GEREKİYOR

Özellikle inançlı olduğunu iddia eden insanların böyle aymazca ve bağnazca davranışlarına inançlı insanların önce karşı gelmesi gerekir. Biz buna layık değiliz. Yani bu saçma kafanın, artık bu karikatürize şeyin hayatımızdan çıkması lazım. Tekrar ediyorum, inanç adına ne kimse inanç ne de inançsızlık propogandası yapabilir, inançla bilimin bir ilgisi yoktur. İnanıyorsanız zaten bilim yapmak zorundasınız. Dolayısıyla bunu öğrenmemiz şart.     

 

EVRİM GİBİ NEDEN EŞCİNSEL TARTIŞILIYOR?

İnsan zihni kategorik çalışmaya bayılır. Bu erkektir bu kadındır, bu siyahtır bu beyazdır, doğrudur yanlıştır deyince insan rahat eder. Ama tabiat bizim kategorilerimizi çok umursamaz. Mesela sayılar, ölçümler, kilogramlar, metreler, kilometreler bizim icadımız olan şeylerdir. Tabiat böyle sayısal kategorilerle de çalışmaz. Tabiatın kendi akışkan, analog bir sistemi de vardır. Ve iyiyle kötü arasında, doğruyla yanlış arasında, artıyla eksi arasında sonsuz değer vardır tabiatta. İşte biz buna, saçaklı, fazi, puslu mantık filan diyoruz. Tabiattaki mantık bu.

Şimdi biz rahat edeceğiz diye bu sistemi biyolojiye çok dayıyoruz. Bunun bir patolojik örneğini aynı yaştaki çocukları hepsi aynı zeka tipine sahiptir diye aynı sınıflarda topluyoruz. Öyle bir durum yok. Kız ve erkek çocuklarının gelişimleri farklı. Her çocuğun gelişimi farklı. Bir kere bunu net bir şekilde bilmemize rağmen bunu yapıyoruz.

Mesela işte beyaz yakalılar şöyledir, İranlılar böyledir, Danimarkalılar şöyledir. Kategorileri tık tık yerleştirdin mi rahat. Kahvede yaptığımız muhabbet bu.

KAHVE MUHABBETİNİN ÖTESİNE GEÇİLMİYOR

Kadın erkek konusunda da bu kahve muhabbetinin ötesine geçemiyoruz çoğu zaman. Çünkü bizim için bir kadın prototipi var, bir erkek prototipi var. Bunlar ideal versiyonları. Hepsini o cinsten değerlendiriyoruz ve onun dışına taşmalar, yani gayet tabii olan salınımlar ve ara değerler bizim alemimizde yer almıyor.

Hele ki bu cinsellik gibi, insanlık tarihinin en çok tabu haline getirilmiş konularından biriyle ilgili olunca at kaçıyor, torba düşüyor. Zira yine diyorum, özellikle Hristiyan teolojisinde zamanında, o dönemin çok kızgın azizlerinden bir tanesi İsa’nın sözlerinden biri olarak ‘Yakın öldürün bu eşcinselleri’ filan diye bir de pasaj eklediğinden olsa gerek ki, dünyada eşcinsellik düşmanlığı çok yaygındır.

DİNSEL KAYNAKLI HOMOFOBİ ÇOK YAYGIN

Homofobi, dinsel kaynaklı homofobi çok yaygın. Bugün benim önerdiğim şey şu. Biyolojik olarak böyle bir şey varsa ki 1500 türde belgelenmiş bir konudur. Buna bir başka açıdan bakmak lazım.

1500 TÜRDE GÖRÜLEN ŞEY KAZA ESERİ DEĞİLDİR

1500 türde görülen  bir şey kaza eseri ya da hastalık olamaz. Bunun genetik bazı açıklamaları, biyolojik bazı nedenleri olabilir ve neticede herkese bir soru sormak istiyorum. Siz, yahut kendi çocuğunuz varsayın eşcinsel doğmuş, varsayın ki eşcinsel doğmak diye bir şey var, böyle bir insan olsa ve siz ona ya kadın ya erkek zorunda kalmaya bırakarak ona zulmetseniz, bunu gönlünüz kaldırır mı?

KENDİ BAŞINIZA GELMEDİĞİ ZAMAN KONUŞMAK KOLAYDIR

Dolayısıyla kendi başınmıza gelmediği zaman, dışarıdaki bir insanın kaderi hakkında konuşmak her zaman daha rahattır. O yüzden azıcık sesimizi kesip biyooloji gibi muhteşem bir yaratılışın sırrını anlamak üzere kulak kabartmadan ezberden konuşmayalım. Binlerce insana, on binlerce insana ne zulümler yapıldı. Ne işkenceler yapıldı. Bu ve buna benzer sebepler yüzünden, artık akıl zamanında akılla gönülü birleştirip insanca yol çizmek üzere bilgiden istifade etmeyi öğremnmemiz lazım. Eşcinsellik meselesi kestirip atılacak bir şey değil. Doğal diye serbest bırakılacak bir şey de değil. Hastalık diye hastaneye kapatılacak bir şey de değil. Bu daha hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir konu. Bir kere oturup inceleyeceğiz. Ben açıkçası Allah’ın öğrenmem için bana serdiği bu tabiatta inancımı ve kendisini gösterme biçimini bozacak herhangi bir şeyle karşılaştığımı düşünmüyorum. Ne gösteriyorsa bana, ben baktığım sürece onun işlerini görüyorum. Bir inanan olarak ben böyle bakarım. Bütün inananlara da aynı şekilde bakmayı tavsiye ederim.

KENDİ EZBERİMİZİ TANRI’YA DAYATMAKTAN VAZGEÇELİM

Kendi ezberimizi tanrıya dayatmaktan vazgeçelim. Çünkü biz onun işini anlamak için buradayız. Biz kendi dinimizi Tanrı’ya dayatan psikopatça bir kültürün çocuklarıyız. Sadece bu toprakları kastetmiyorum, dünya insanları böyledir. Kendi inançlarını Tanrı’ya dayatmak üzere programlanmışlardır. O yüzden bir sakinleşip, gerçekten bize ne deniyor onu bir tam anlamamız lazım. Ama tabiatın akışlarında bakmamız lazım buna. Bunun için de hiçbir zaman geç değil, tekrar tekrar yapabiliriz.

 

 

 

 

 

 

 

 

09-05-2020


Etiketler

Paylaşın arkadaşlarınızı da bilgilendirin

Paylaş