Arama sonuçları

BİRLEŞİK KRALLIK'TA TÜRK AKADEMİSYENLER: PROF. DR. ALPASLAN ÖZERDEM

BİRLEŞİK KRALLIK'TA TÜRK AKADEMİSYENLER: PROF. DR. ALPASLAN ÖZERDEM

British Council Türkiye ve PervinKaplan.com işbirliğiyle Birleşik Krallık üniversitelerinde görevli akademisyenlerle röportaj serimizin bu hafta konuğu Coventry Üniversitesi’nin Güven, Barış ve Sosyal İlişkiler Merkezi (Centre for Trust, Peace and Social Relations) Eş-Başkanı Profesörü Alpaslan Özerdem.             

Londra South Bank Üniversitesi’ndeki yüksek lisansından sonra, yine İngiltere’deki York Üniversitesi’nde savaş sonrası tekrar yapılanma ve barış inşası konusunda doktora yapan Özerdem, akademisyen olma sürecini ise şöyle anlatıyor: “Doktoraya kadar aslında akademik bir kariyer planlamıyordum ama sonra bir baktım, ben resmen akademik yaşama bir şekilde girmişim. 1999’dan 2010 yılına kadar geçen sürede öğretim üyesi olarak York Üniversitesi’ndeydim ve 40 yaşında Coventry Üniversitesi’ne Barış İnşası Profesörü olarak geçtim.” 

Özerdem’in barış inşası konusundaki umudu ise gençlerde. Özerdem bu konuda “Gençlerin yapabileceği o kadar çok şey var ki ve fırsat verildiğinde de o kadar güzel işler ortaya çıkarıyorlar ki, barışı gerçekten gençlerle birlikte el ele inşa etmeliyiz” diyor. 

İşte Prof. Dr. Alpaslan Özerdem’in sorularımıza verdiği yanıtlarla deneyimleri ve gençlere önerileri:

Eğitim hayatınızdan bahsedebilir misiniz? Hayatınızda Coventry Üniversitesi'ne giden süreç nasıl gelişti?

Manisa, Kırkağaçlıyım ve Türkiye’deki öğrenciliğimin İzmir Atatürk Lisesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) gibi iki çok güzide kurumda olması bana hep büyük bir gurur vermiştir. Londra South Bank Üniversitesi’ndeki yüksek lisansımdan sonra, yine İngiltere’deki York Üniversitesi’nde savaş sonrası tekrar yapılanma ve barış inşası konusunda doktora yaptım. Doktoraya kadar aslında akademik bir kariyer planlamıyordum ama sonra bir baktım, ben resmen akademik yaşama bir şekilde girmişim. 1999’dan 2010 yılına kadar geçen süredeöğretim üyesi olarak York Üniversitesi’ndeydim ve 40 yaşında Coventry Üniversitesi’ne Barış İnşası Profesörüolarak geçtim.

Şu anda hangi alanda çalışmalar yürütüyorsunuz?

Coventy Üniversitesi’nin Güven, Barış ve Sosyal İlişkiler Merkezi’nin Eş-Başkanıyım ve 20 yıla yakın bir süredir Afganistan, Bosna-Hersek, El Salvador, Kosova, Lübnan, Liberya, Nijerya, Filipinler, Sierra Leone, Solomon Adaları, Sri Lanka ve Türkiye gibi silahlı çatışmadan etkilenmiş ülkeler üzerinde çalıştım. Konu başlıkları olarak insani yardım müdahale politikaları, afet yönetimi, güvenlik sektor reformu, eski savaşcıların topluma kazandırılması ve savaş sonrası barış ve devlet inşası konularında birçok uygulamalı araştırma ve bilirkişi çalışmalarında ulusal ve uluslararası kuruluşlar için görev aldım. Bu günlerde Nepal ve Sri Lanka’da savaş ve afet sonrası tekrar yapılanma süreçlerinin birbiriyle olan ilişkilerini inceleyen bir araştırma projesi üzerine çalışıyorum, halihazirda da üzerinde çalıştığım 3 kitap projesi var çalışma masamda. Yani, araştırma ve yayım işleri her zaman yoğun ama bu da zaten akademisyen olmanın gerekliliği. İngiltere’de akademisyenler için dendiği gibi ‘publish or perish’ ya da ‘yayımla ya da helak ol!’

Ayrıca, Coventry Üniversitesi’nde Uluslararası Araştırma İşbirlikleri geliştirme konularında Rektörümüzün özel temsilcisi olarak da görev almaktayım ve bu sebeple de dünyanın çok değişik yerlerindeki üniversitelerle ortak çalışmalar yürütüyorum. Bence bu tür yönetici rolleri de akademisyenliğin ileri sahfalarında yapılması gereken işlerden, çünkü farklı yetenek ve tecrübeleri kullanma fırsatları yaratıyor. Her akademisyen iyi bir yönetici olamıyor, bu doğru, ancak olduğunda da bence en iyi yöneticiler akademisyenlerden çıkıyor!

Coventry Üniversitesi'ndeki Güven, Barış ve Sosyal İlişkiler Merkezi müdürüsünüz. Burada yürütülen çalışmalardan bahsedebilir misiniz?

Merkezimizde araştırma görevlisinden profesörlere kadar 50’den fazla çalışan arkadaşımız var. Çok uluslu, çok kültürlü ve vizyonunu çatışmalardan etkilenmiş insanlar ve toplumlarla doğrudan ve beraber çalışarak barış inşası yapmaya adamış bir akademik kurumuz. Çatışmaları önleme, barışı koruma, toplumsal uzlaşma ve çatışma sonrası tekrar yapılanmakonıularında dünyanın dört bir tarafında araştırma ve uzmanlık projeleri yapıyoruz. Kararların konsensus ile verildiği, binasında açık ofis planı olan ve hiyerarşisini elimizden geldiğince en aza indirgediğimiz bir yer, merkezimiz. Yüksek lisans ve doktora programlarımız var ve bizleri hiç yalnız bırakmayan değişik ülkelerden bizlerle çalışmaya gelen muhteşem ziyaretçilerimiz.

Merkezimizde şu anda altı tane araştırma grubu var. Silahlıçatışmaların analizinden, toplumların değişimsüreçleri, göç ve kimlik, şiddet içermeyen çatışma dönüşümü, inanç ve barış inşası, eski savaşçıların topluma kazandırılması, çatışma önleme ve toplumsal uzlaşma gibi barış çalışmaları için de birçok konuda çalışıyoruz. Afganistan, Filistin, Liberya, Somali, Suriye, Kolombiya, El Salvador, Güney Afrika, Bosna, Kosova ve Türkiye gibi çatışmalardan etkilenmiş birçok ülkede bir fiil alanda yaptığımız çalışmalar, merkezimizin en önemli bilgi üretme, yayma ve paylaşma stratejisini oluşturmaktadır. Bize göre alana inmeden bu sorunları kütüphanelerde oturup kitap okuyarak anlayamazsınız. Savaş, çatışma ve barış konularında çalışan akademisyenlerin ve “benim bu konuda söyleyebileceğim” birşeyler var diyen bütün uzmanların alana inmesi gerektiğini düşünüyoruz. Barış, güven ve toplumsal uzlaşma konularıelbette sadece şiddet içeren çatışmalarla alakalı değil, bu nedenle merkezimizdeki birçok arkadaşımızda İngiltere yada Avrupa’nın değişik ülkeleri üzerine çalışıyorlar ama sonuçta onlarda alandalar.

Çalışma konularınızın ülkemizde de ilerlemesi için ne gibi eksikliklerin giderilmesi gerekiyor?

Türkiye’de barış ve çatışma çalışmalarının hala emekleme sahfasında olması aslında çok manidar, çünkü ülkemiz çok farklı çatışmalardan hep etkilenmiş ve etkilenmeye devam ediyor. Ancak, bu konularda çalışabilecek kalifiye elemanları yetiştirmede ya da araştırma yapmada çok istekli görünmüyoruz. Aslında yakın zamanlara kadar bazı olumlu gelişmeler yok değildi. Örneğin, bu konularda düzenlenen konferansaların sayıları artmış, birçok doktora tezleri yazılmaktaydı ve değişik üniversitelerde bu konularda yükseklisans programları açılmaktaydı. Ne yazık ki şimdi bu gelişmeler tamamen aksamış ya da durmuş durumda ve bu çalışma konularının ülkemizde de ilerlemesi için öncelikle akademik özgürlük alanındaki kısıtlamaların ortadan kalkmasıgerekiyor.

Türkiye’nin içinde bulunduğu süreçleri, ülkede ve dünyada barış çalışmaları açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu tür akademik çalışmalar ülkemiz için çok önemli, çünkü2015 yılında büyük bir hayal kırıklığıyla biten bir barış süreci var ülkemizde. Hep söylüyorum, barış süreçlerini bir yarış olarak düşündüğümüzde, hem bir maraton gibi uzun soluklu koşabilmeyiz hem de 110 metre engelli koşunun gerektirdiği teknik kabiliyete sahip olmalıyız. Şimdi bir de başarısızlıkla sonuçlanmış Türkiye’deki çözüm sürecine bakalım. Seçim olacak diye barış sürecini askıya alan bir ülke, Türkiye. Ya da ‘Akil İnsanlar’ gibi farklı bir barış tesisi girişimine imza atıp ‘Ben katılımcı bir çizgi izlemek istiyorum’ izlenimi verirken halen bu raporlardaki kararlara ne olduğunu bilmediğimiz bir yer, Türkiye. Barış görüşmelerinde siyasetçiler vardı, istihbaratçılar vardı ama akademisyenler yoktu. Bu işin bilimiyle uğraşan insanlara ‘Biz bu işi doğru mu yapıyoruz” diye soran bir süreç değildi Türkiye’deki. Toplumumuzda yaşadığımız birçok sorunun nedenleri olan yukarıdan inmeci, ataerkil, katılımcılıktan uzak, rasyonellikle test edilmeyen yaklaşımlar bana göre Türkiye’deki barış sürecinin ana çerçevesini oluşturdu.

Terör hem Türkiye’nin hem de dünyanın gündem maddelerinden bir tanesi. İnsanlar bundan nasıl etkileniyor olabilir?

Terörden geçmişte ve günümüzde başka ülkeler de etkilenmiş ve etkileniyor, ancak Türkiye’nin yaşadığı travmalar hem boyut hem de yaşanılan süre olarak diğerlerinden çok farklı. Adeta yoğunlaştırılmış bir terör saldırısıyla karşı karşıyayız. Biliyorsunuz, yakın zamanlarda Avrupa’da Fransa, Belçika, İsveç ve İngiltere’de ve dünyanın diğer birçok ülkesinde de terör saldırıları yaşandı ve bunlar büyük travmalar oluşturdu. İngiltere’de yaşayan biri olarak Avrupa’daki toplumların terörden ne kadar etkilendiğini kendi tecrübelerimle yaşadım. Ancak, öteki Avrupa ülkelerindeki terör tecrübesinin hiçbiri Türkiye’nin yaşadığı kanlı süreçle karşılaştırılamaz. Sadece bu nedenle bile halkımızı gösterdiği direnç ve dayanışma için kutlamak gerekir. Ancak, şunu da hatırlamalıyız ki bu tür toplumsal travmaların açtığı yaralar hemen hissedilmeyebilir. Çünkü şu an her saldırı sonrası kızgınlık, korku, endişe, umutsuzluk ve elden çok fazla bir şey gelmemesindenkaynaklanan karışık duygular içinde aslında toplumsal ve bireysel boyutta yaşanılan psikolojik travmaların derinliği tam olarak hissedilemeyebilir. Bu nedenle her ne kadar çatışmalara, afetlere ve krizlere dirençli bir toplumda yaşıyor olsak da yaşanılan bu korkunç saldırıların toplumumuzu derinden etkilediğini göz önüne almalıyız.

Aynı zamanda, terörizme karşı zayıf görünmemek ve terörizmin ördüğü korku duvarları arasında sıkışıp kalmak istemiyoruz ve doğrusu da budur. Ancak, toplumumuz dirençlidir, kaldırır düşüncesine de çok fazla dayanmamak lazım çünkü sonuçta hepimiz insanız ve doğal olarak çevremizde yaşanılanlardan doğal olarak etkileniyoruz. Zaten ülkemiz 10 yıldan fazla süredir komşuları Irak ve Suriye’de yaşanılan iç savaşlardan doğrudan etkileniyor, 3 milyondan fazla mülteciye ev sahipligi yapıyor, başarısız bir darbe girişimi ve oluşturulmak istenmiş bir paralel devlet yapılanmasından arınmaya çalışıyor. Toplumumuzun hala ayakta kalıp, günlük hayatına bir şekilde devam ediyor olması aslında büyük bir başarıdır.

Terörizm konusuna bu çercevede bakarsak, ülkemiz yakın zamanların güvenlik açısından en zorlu süreçlerinden birini yaşıyor. Sabah işe giderken, ‘Acaba bu akşam eve sağ-salim döner miyim?’ diye düşünüldüğü böyle bir dönem çok uzun zamandır olmamıştı. Böyle hissetmekte insanlar haklı çünkü sadece son 18 ayda yasanan 33 terörist saldırısında 363’ünün sivil halktan olduğu 446 kişi hayatını kaybetti. DEAŞ’ından PKK’sına ve diğer birçok terör örgütünün saldırılarına maruz kalan ülkemizde can güvenliği konusunda çok büyük endişeler oluştu. Yakında ‘şehirli’ olmanın tanımını bile değiştirmemiz gerekebilir çünkü dünyadaki trendlere baktığımızda kent boyutunda yaşanılan güvenlik tehditlerinin ve özellikle terörizmin artarak devam edeceğini söyleyebiliriz. Bunun bir sonucu olarak da günlük hayatın ‘güvenlikleştirilmesi’ ile karsı karşıyayız. Alışveriş merkezlerine gideyim mi, pazar yerine gitmek tehlikeli olur mu, metroya bineyim mi, bu cumartesi akşamı dışarı çıkmak riskli mi olur gibi aklımıza sorular geliyor. Korkuyoruz ve terörizmin nerede ve nasıl vuracağını bilmediğimizden kendimiz ve sevdiklerimiz için bir endişe yumağı içine girdik.

Terörle ve yarattığı korku ortamıyla nasıl baş etmeli?

Toplumsal boyutda terörizmin en çok istediği ayrışmayı yaşamamak belki de en güzel ve yerinde tepki olur. Teröristlerin bu saldırıları niye yaptıklarının idraki içinde olmalıyız. Toplumda korku ve endişe yaratıp, günlük hayatı zorlaştırmak ve insanları ayrıştırmak. Buna karşı uyanık olup, asla böyle bir sürece geçit verilmemeli. Bunu yaparken de siyasetçilere, medyaya, akademisyenlere ve toplum önderlerine çok önemli görevler düşüyor. Siyasetciler öncelikle toplum psikolojisini anlayıp, derin korku ve endişelerin yaşandığını unutmamalılar. Toplumsal direnç ne kadar güçlü olursa olsun, yasanılan bu korku ve endişeler kendisini toplum için de aile içi siddet gibi farklı şiddet sekilleri olarak ortaya çıkaracaktır. Terörü kınamak da yeterli olmayacaktır. Terörizmin yıktığı güven duygusunu tamir etmek için siyasetçilerin açıklık çerçevesinde ve sorumluluk alarak, toplum içinde ayrışmaya yol açmadan halkla oluşturacakları yapıcı bir diyalog çok önemli.

Terörizm ile başarılı bir mücadele nasıl olur? 

Terörizmle başarılı bir şekilde mücadele etmiş ülkelerde şu ortak özelliği görüyoruz. Öncelikle, olaya sadece bir güvenlik meselesi olarak yaklaşmamalıyız. Sürecin çok daha geniş ve derin boyutlarının olduğunu görmemiz gerekir. Örneğin, DEAŞ’in sadece dışardan gelen bir tehdit olduğunu düşünürsek, bunun ülke içi bağlantı ve toplumsal dinamiklerini görmemiş oluruz. Çatışmalara müzakere ederek çare bulmak terörle mücadele ederken pek akla gelmez.  Ancak, bu ilişkilerin bu kadar basite indirgenmemesi gerektiğini biliyoruz. Örneğin, Türkiye’de yeni bir barış sürecinin başlatılabilmesi, PKK merkezli terörizm konusunda etkin bir strateji olacaktır. Bu sekilde en azından DEAŞ’e karşı hem Suriye’de hem de ülke içinde verdiğimiz terörizm mücadelesini tek bir odağa yoğunlaştırma fırsatımız olacaktır.

Bosna-Hersek'ten Sri Lanka'ya, Afganistan'dan El Salvador'a çatışmalı ülkelere baktığınızda süreçler aynı şekilde mi işliyor, farklılıklar varsa neye göre değiştiğini düşünüyorsunuz?

Bu süreçlerin aslında hiçbiri birbirine benzemiyor. Evet belki de uluslararası toplum olarak liberal barış perspektifinden biz kendimizce bu süreçleri birbirine benzetmeye çalışıyoruz ama nafile, görüyoruz ki elmalarla portakalları karıştırmak akıl işi değil. Her bölgenin, ülkenin ve çatışmadan etkilenmiştoplumun kendine has bir tarihi, coğrafyası, kültürü, yönetişim geçmişi, ekonomik gerçeği, jeopolitiği, komşuları ve daha saymakla bitiremeyeceğim, özellikleri var. Bunun üstüne bir de o şiddetli çatışmanın aktörleri, çatışmanın şiddet özellikleri ve sürecini, bölgesel ve uluslararası müdahale aritmetiğini resme eklediğinizde anlıyoruz ki eğer gerçekten üstünüze tam anlamıyla oturan bir takım elbise istiyorsanız, fabrikasyon üretim yöntemiyle bu iş olmaz. Barış süreçlerini de terzide takım elbise diktirmek gerekliliği gibi düşünmeliyiz. O nedenle biz diyoruz ki evet bu süreçler arasında benzerlikler olabilir ve hatta birbirleri için bazı dersleri alıp uygulayabiliriz, ama her barış sürecini kendine has iç ve dışparametleriyle değerlendirmeliyiz. Barış inşası bu yöntemle şekillenmeyince zaten o ülkenin ilk üç yıl içinde çatışmaya dönme olasılığı yüzde 40’a ve bu ilk beş yılda yüzde 50’ye çıkıyor. Yani, ithal barış süreci yaklaşımının kimseye faydasıyok.

Bir de bu süreçlerin işleyişinde siyasi iradenin önemi çok mühim. Barış sürecini finanse edebilirsiniz, barışı tesis etmek ya da korumak için uluslararası toplumdan arabuluculuk ya da barışgücü yardımı alabilirsiniz, ama işin en başında barışyapmaya niyetiniz yoksa zaten açıkçası o sürece girmenin de pek anlamı yok. Sadece vakit kaybetmekle kalmazsınız aynı zamanda toplumda barışa karşı bıkkınlık oluşturur ve gelecekte gerçekleştirilebilecek barış süreçlerini de daha zora sokmuş olursunuz. Yani yararından çok zararı olur böyle siyasi iradesizlikle yapılan barış görüşmelerinin ve süreçlerinin.

Türkiye’ye gerçek anlamda barışın sağlanması mümkün mü, neler yapılması gerekiyor?

Yapılması gereken o kadar çok sey var ki bu zor bir soru. Bir tanesini seçmek zor. Ancak, günümüz çatışmalarının en büyük yıkımı bence aslında ev, altyapı ya da hizmetler değil. Yeri doldurulamayacak insani kayıplar yani ölümler ve sakatlanmaları bir yana koyarsak, en büyük kayıp iç savaşlardan ve çatışmalardan dolayı oluşan derin toplumsal bölünmeler ve ayrışmalar. Yani başka bir deyişle, eğer anlaşmazlık sonrası yeniden yapılanma, barış inşası ve uzun dönemli toplumsal uzlaşma için gerçekten ayağı yere basan birşeyler yapmak istiyorsanız, önce bu toplumsal çözülme, nefret, korku ve ayrışmayla uğraşmanız gerekir.

Bakın, bugün Türkiye’nin en büyük sorunu da budur. Bugün ülkemiz Cumhuriyet tarihinde hiç yaşamadığı bir bölünmüşlüğü tecrübe ediyor. Çok endişe verici bir durum. Toplum olarak içten içe kaynıyoruz ve yıllardır insanlara giydirilmeye çalışılan korku propagandasıyla işleyen bir deli gömleği var. Hep birseylerden korkmamız gerekiyor. Bazen iç bazen dış. Bazen dikey bazen paralel. Bazen komünist bazen faşist ve bunun gibi daha böyle birçok korku tünellerinden geçirtiyorlar bizi. Şizofrenik bir durum oluştu. Ne yatay ne de dikey güven kaldı toplumda. Herkes birbirinden şüphe duyar oldu. Daha fazla vakit kaybetmeden, umarım siyasetçilerimiz, medyamız, akademisyenlerimiz, sivil toplum örgütlerimiz, bürokrasimiz, özel sektörümüz ve daha birçok toplumsal ve yönetişimsel unsurumuz bu konuda kendi paylarına düşen hata nedir ve bu tehlikeli dehlizden nasıl çıkarızı düşünmeye başlarlar. Çünkü bu yapılmadığı taktirde Irak, Suriye ya da Afganistan gibi bir ülke oluruz.

Özellikle savaş, kriz ya da anlaşmazlık sonrası iyileşme ile ilgili yapılması gereken en önemli konu nedir? Bu konuda özellikle gençlerin aktif olarak yer aldığı sosyal medya nasıl kullanılmalı?

Yapılması gereken her konu ve her iş aslında çok önemli, ancak fiziksel altyapının tekrar inşasından mültecilerin eve dönmesine ya da ekonominin yeniden yapılandırılmasına kadar her alanda bir sürecin çok önemli olduğunu görüyoruz, o da gerçek anlamda toplumun her kesiminin - kadın, erkek, yaşlı, genç ve bütün sosyo-ekonomik ve demografik grupların barış inşasına katılımcılığını aşağıdan yukarıya bir süreçle sağlanmasıdır. Çünkü toplumun sahiplenmediği bir barış süreci, adaletli ve sürdürülebilir bir barışı getirmeyecektir. Bu nedenle de gençlerin aktif olarak söz sahibi olması, bu süreçlere bir fiil katkıda bulunmasını çok önemsiyorum. Gençleri bu zor işlere hazırlamak için değişik eğitim ve öğretim fırsatları yaratmak da biz akademisyenlerin görevi. Örneğin, her yıl Türkiye’de Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi ile birlikte Küresel Gençlik Çalıştayı düzenliyoruz. Barış inşası konusunda çalışmak isteyen dünyanın değişik yerlerinden gelen 60-70 genç insan bizimle bir haftalık eğitim programından geçiyor. Sonuçlar gerçekten çok cesaret verici. Gençlerin yapabileceği o kadar çok şey var ki ve fırsat verildiğinde de o kadar güzel işler ortaya çıkarıyorlar ki, barışı gerçekten gençlerle birlikte el ele inşa etmeliyiz.

Bunun yanında sizin de belirttiğiniz gibi gençler sosyal medyada çok aktif, ancak barış ve çatışma gibi hassas konularda sosyal medyayı sorumluluk içinde kullanmalıyız. Son 18 aydır yaşanılan terör saldırılarından sonra Türkiye’de ki bazı sosyal medya kullanıcıların paylaşımlarını büyük bir endişeyle izliyorum. Bu saldırılarda ölenlere ve onların yakınlarına çok büyük saygısızlıklar yapıldığını hepimiz büyük bir üzüntüyle izledik. En son, yılbaşı gecesi İstanbul’da bir gece kulübünde yaşanan saldırı sonrası paylaşılan bazı sosyal medya mesajları bence o terörist saldırı kadar tehlikeliydi. Bu nedenle, bu tür paylaşımlarda bulunanların kanun önünde hesap vermesi gerektiğini düşünüyorum.

Yürütülen çalışmalar ışığında gelecek nesiller güvenli yaşam imkanı açısından daha şanslı/şansız olacak diyebilir miyiz? Bu konudaki öngörüleriniz hangi yönde?

Barış çalışmaları yapan bir akademisyen olarak umut verici olmayı ve evet, gelecek nesillerin daha şanslı olacağını söylemek isterdim. Ancak, şöyle bir gerçek var ki her dönemin ve her neslin karşılaştığı ve çözmesi gerektiği sorunlar var ve bunlar gittikçe daha hızlı ve büyük bir şekilde karşımıza çıkıyor. Örneğin, önümüzdeki yıllarda popülist siyasetçilerin ülkeler ve toplumlar arasındaki ilişkilerde daha derin yaralar açmayı başaracağını söyleyebiliriz. Doğal kaynaklar ve özellikle su üzerine çatışmaların arttığını ve iklimsel değişimlerden dolayı göç dalgalarının insanlığı daha fazla etkiler olacağını öngörüyorum. Çok uluslu şirketlerin insanlığın köleleşmesinde daha büyük bir tehlike haline geleceğini de düşünüyorum. Ayrıca, 1990 yıllarlakarşılaştırıldığında, çok daha fazla ülkeparçalanacak ve bu nedenle içsavaşlarda beklenmedik bir artış olacak. Yükselengüçlerin onu kesilmeye çalışacak  ve bunun ana yansımaları Afrika gibi kıtalardaki çıkar çtışmalarında görülecek. Öte yandan, yerel de çözüm bulmak ve çözümleridaha katılımcı ve yaratıcısüreçlerleşekillendirmek de karşılaşacağımız olumlu trendlerden olacak. Hükmedici, üstten inmeci ve ataerkil siyasete karşı bilinçli bir başkaldırıolacak dünyada. İkinci bir rönesansın kaplılarınıaçacakbilimsel değişiklikler de bekliyorum. Düşünmeşeklimiz ve ilişiklerimizindüzenlenmesindeönemlideğişiklikler olacak. 2050 yılında insanlık geriye bakıp bu içinden geçtiğimiz devirden önemli dersler çıkarılıp, bir daha yaşanmaması içindünya düzeninde önemli değişiklikler yapılması konusunda yeni karar mekanizmaları ve hukuksal çerçeveler oluşturacaklar.

Kariyerinizdeki en zor yıl sizin için hangisi?

Doktoramın bitip hemen akabinde istediğimşekilde bir akademik kariyer yaratmak istediğim 2000 yılı belki de en zor yıldı. Yeni bin yıla çok farklı önceliklerle girmiştim ve doktora sonrası hemen hemen her akademisyenin yaşadığıendişeler ve korkuları yaşadım. Ancak, bu çok uzun sürmedive sürmüyor ve bu nedenle de kariyerinin başlangıcındaki arkadaşlara şunu tavsiye etmek isterim. Çok fazla dert etmesinler, iyi bir doktora zaten iyi bir kariyerin başlangıcıoluyor. Evet, çokçalışma ihtiyacı hiç bitmiyor ve hatta şunusöylemeliyim ki, ben profesör olduktan sonra çok daha fazla çalışmaya ve üretken olmaya başladım. Akademik kariyerimin başlangıcında yaşadığım sorunlar daha sonraki yıllarda benim için tam bir avantaja döndü. Örneğin, doktora yaparken aynı zamanda York Üniversitesi’nde çalışmam gerekiyordu. O dönemedindiğimtecrübe sonraki yıllarda altın değerinde iş gördü.

Sizin de bildiğiniz gibi Türkiye'deki gençlerin en büyük hayallerinden biri yurtdışında okumak. Sizce yurtdışı tecrübesi gençleri nasıl etkiliyor?

Bence yurtdışı eğitimin en büyük katkısı gençleri farklı kültür, yaklaşım ve anlayışlara daha açık hale getiriyor olmasında. Örneğin, Coventry Üniversitesi’ne gelen bir Türk öğrenci sadece İngiliz kültürünü değil dünyanın 100’e yakın ülkesinden gelen öğrencilerin farklılık ve benzerliklerini tanıma fırsatı buluyor. Doğruların tek olmadığını görüyor. Doğru olarak bildiği yanlışları sorgulamayı öğreniyor. Aynı zamanda, yurtdışında yaşamak hayat tecrübelerini çeşitlendiriyor ve bunlarda özgüvenin sağlamlaştırılmasında büyük bir rol oynuyor. Bence daha sorgulayıcı oluyorlar yurtdışı eğitiminden sonra ve bu da çok güzel bir kazanım. Bu sorgulama onları kendilerinin, kendi kültürlerinin ve ülkelerinin artılarını anlamada da daha ayağı yere basar hale getiriyor. Coventry Üniversitesi’nde bizim en büyükhedeflerimizden biri örneğin, öğrencilerimizin en azından yüzde 50’sinin en az bir dönemi yurtdışında geçirmesi ve bunun için de çok gayret gösteriyoruz. AynışekildeTürkiye'deki gençlerin yurtdışı deneyim kazanımhedeflerinin üniversitelerince sistemli bir şekildeşekillendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Alanınızda çalışmalar yürütmek isteyen öğrencilere ne önerirsiniz?

Özellikle yükseklisans ve doktora seviyesinde barış çalışmalarına girmek isteyen öğrencilere öncelikle bu konuların sadece bir akademik alan olmadığını ve dünyadaki milyonlarca savaş ve insani kriz mağduru insanın hayatı için bir şeyler yapabilme fırsatı vereceğini hatırlatmak isterim. Bu nedenle ‘iş mutluluğu’ açısından çok farklı bir disiplin ama aynı zamanda konuların insani boyutları hem etiksel hem de ruhen bu konuları çalışanları etkileyebiliyor. Bu nedenle hazırlıklı olmaları gerekir. Ayrıca, barış çalışmalarında alan çalışması çok önemli. Bunun getirdiği belli riskler var ama bunun yanında en önemlisi, kendilerini şöyle tartmalılar, “Ben kütüphanede çalışan bir akademisyen mi olmak istiyorum yoksa rahatımı bozacak zor alan çalışmaları yapan biri mi? Eğer, cevapları evetse alan çalışması için, o zaman kesinlikle tavsiye ederim. Bu alanda, iş olanakları da çok aslında. Birleşmiş Milletler’den uluslararası yardım kurumları ve ulusal ajanslara kadar birçok kurum ve kuruluşta insani yardım ve barış inşası uzmanı olarak çalışabilirler. Benim tanıdığım bu alanlarda çalışan Türkler genellikle çok başarılı oluyorlar ve sanırım bunda da Türkiye gibi çok kültürlü bir ülkeden geliyor olmanın avantaji büyük oluyor. Dünyanın değişik yerlerindeki kültürlere ve toplumlara çok daha kolay ve etkin bir şekilde adapte olabiliyorlar.

Çalışmalarınıza öğrenci/stajyer kabul ediyor musunuz? Hangi şartları arıyorsunuz?

Evet, özellikle Erasmus + programının stajyer çerçevesi dahilinde merkezimize her yıl 10-15 Türk öğrenci geliyor. Dil seviyesi en önemli şartımız. Sosyal bilimlerden gelen ve özellikle siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler öğrencilerine öncelik veriyoruz. Staj programlarını en az üç ay olacak şekilde düzenliyoruz ve bizimle oldukları sürece de merkezimizdeki 8 araştırma grubundan biriyle doğrudan çalışma fırsatı buluyorlar. Bunun yanında, doktora ve doktora sonrası bize gelen Türk arkadaşlarımız da oluyor ve hatta bizim merkezin doktora bitirten yer olduğu gibi bir reputasyonu oluşmuş durumda.

Sosyal hayatınızı nasıl geçiriyorsunuz?

Gandhi’ye sormuşlar ‘Batı medeniyeti hakkında ne düşünüyorsunuz’ diye. O da, ‘Sanırım iyi fikir olurdu’ diye cevap vermiş. Benim de bu sosyal hayat sorunuza cevabım, ne yazık ki benzer olacak. İşlerimin yoğunluğundan ve seyahat programımın doluluğundan dolayı çok fazla sosyalleşemiyorum! Ancak, yapmaktan vazgeçemediğim ve bir şekilde zaman bulduğum üç şey var: Beni geçmişzamanlardaki insanların hayatlarına sokan romanlar ve filmler; düzenli -en azından teorik olarak- spor yapmak ve güzel sofralardaki muhabbetler.

11-04-2017


Etiketler

Paylaşın arkadaşlarınızı da bilgilendirin

Paylaş