Yükseköğretim sistemimizde değişim gereği: Nicelik ve nitelik konuları *
Okul öncesinden doktora düzeyine kadar eğitim sistemimizde büyük değişikliklerin yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. Okullaşma oranları artarken, ülkemizde eğitim-öğretimin kalitesi ve eğitim sistemimizin başarısı üzerindeki tartışmalar da giderek büyüyor.
Yükseköğretimde de arz kapasitemiz son yıllarda hızla arttı ve okullaşma oranı açısından uluslararası düzeyde daha yeterli duruma geldik. Ülkelerin rekabet gücünü ve rekabet gücü kaynaklarını karşılaştıran “WEF World Competitiveness Report”un Türkiye için verdiği değerler bu iyileşmeyi yansıtıyor. Rapor’a göre Türkiye, (2008-2009) ile (2014-15) arasındaki 6 yılda “yükseköğretim düzeyinde okullaşma oranı”nı (yaklaşık 140 ülke arasında) 60. sıradan 28. sıraya yükseltti.
Öte yandan, yükseköğretim sistemimizi izleyen tüm ilgililerin artarak dile getirdiği gibi, üniversitelerimizin kalite sorunları daha da zorlayıcı hale geliyor. Kitleselleşen yükseköğretim sistemimizin kalitesi, uluslararası karşılaştırmalarda zemin kaybediyor. “WEF World Competitiveness Report”un, 2008-2009 ile 2014-15 sonuçlarını karşılaştırdığımızda, “Yükseköğretim” düzeyinde ülke olarak “eğitim sisteminin kalitesi” açısından 77. sıradan 89. sıraya; “matematik ve fen eğitiminin kalitesi” açısından 73. sıradan 98. sıraya; “işletmecilik okullarının kalitesi” açısından 65. sıradan 100. sıraya gerilediğimizi görüyoruz.
Uluslararası düzeyde başarılı üniversitelerimiz tabii ki var. Mezunları yurtiçinde ve yurtdışında çok başarılı olan ve ülkeler arası sıralamalarda Türkiye’yi üst sıralarda temsil eden yükseköğretim kurumlarımızla gurur duyuyoruz ve sayılarının çok daha fazla artmasını gerekli görüyoruz. Ancak, genel resme baktığımızda, kalite sorunları nedeniyle, yükseköğretim sistemimizin uluslararası rekabet gücümüzde avantaj kaynağı olduğunu söylemek çok zor.
İLK VE ORTAÖĞRETİMİN SORUNLARI YÜKSEKÖĞRETİM SORUNLARIMIZI BESLİYOR
Eğitim, öğrencinin aktif parçası olduğu ve öğrencinin katkısı ile başarıya ulaşan süreçlerden oluşur. Bu anlamda, öğrenci eğitimin nesnesi değil öznesidir. Yükseköğretim düzeyinde bu özellikle geçerli. Ancak, ilk-ortaöğretim sisteminin sorunları kaçınılmaz olarak yükseköğretimin başarısını etkiliyor. PISA ve TIMSS gibi sınavlarda öğrencilerimizin aldığı puanlar yıllar içinde yükselme eğiliminde olmakla birlikte, uluslararası sıralamalardaki konumumuz hala çok düşük. Sınav sonuçları, ortaöğretim kurumlarımız arasında kabul edilemeyecek başarı farklılıkları olduğunu da gösteriyor. Lise öğrencilerimizi yükseköğretime hazırlama konusunda yaşadığımız sorunlar son yılların ÖSYM sınav sonuçlarına da yansıyor.
İlk-ortaöğretim sistemimizde kalite sorunlarının aşılması; MEB, okul yönetimleri, eğitimciler, üniversiteler ve sivil toplum kuruluşlarının katılımını içeren kapsamlı ve sürdürülebilir bir seferberlik ile mümkün olabilir. FeTeMM (Fen, Teknoloji, Mühendislik, Matematik) eğitimi alanında ilköğretimden (hatta okul öncesi düzeyden) başlayacak tutarlı bir kampanya diğer alanlara da örnek olacaktır.
EĞİTİMDE BAŞARI ÖNCELİKLE İNSANA YATIRIMLA GELİR
Yükseköğretimde başarı, doğal olarak mali kaynak gerektirir. Binaların, teknik altyapının yetersizliği eğitim-öğretimin kalitesini olumsuz şekilde etkiler. Türkiye’de öğrenci başına harcamanın rekabet ettiğimiz ülkelere göre düşük olması önemli bir sorundur. Yine de, yükseköğretimin kalitesini etkileyen en kritik kaynak akademik kadroların niteliğidir. Sayıları hızla artan üniversitelerimizin yeterli akademik kadrolara sahip olduklarını söyleyemeyiz.
Uluslararası düzeyde eğitime ve deneyime sahip akademisyenleri ve akademik yöneticileri cezbeden ve bünyesinde üretken kılan üniversiteler yaratmak zorundayız. Bu anlamda üniversitelerimizin, nitelikli akademisyenlere sağladığı “maddi koşullar”, “çalışma ortamı” ve “mesleki gelişim olanakları” herşeyden daha önemlidir.
Başarılı genç insanların akademik kariyere çekilmesi, yükseköğretim-araştırma sektöründe yurtdışına beyin göçünün geri çevrilmesi öncelikli hedefimiz olmalıdır. Buna ek olarak, devlet üniversitelerinde başarıyı törpüleyen idari personel istihdam sorunlarının da çözülmesi gereklidir. Sonuç olarak, yükseköğretimde başarı isteniyorsa, öncelikle insana yatırım yapılmalıdır.
YÜKSEKÖĞRETİMDE FELSEFE DEĞİŞİKLİĞİNE İHTİYAÇ VAR
Öğrenmenin temelinde “merak” vardır. Üniversitelerin öncelikli görevi, öğrencilerin “merak”ını tetiklemek ve araştırmaya/sorgulamaya dayalı bir eğitim-öğretim ortamı sağlamaktır. Öğrenciye bilinen çözümleri aktarmanın yanı sıra çözümü bilinmeyen problemlerin de tartışılması bunun için gereklidir. Müfredatta ve derslik-içi ve derslik-dışı öğrenme olanaklarında öğrenciye sunulan “çeşitlilik”; ilgisi ve yeteneği doğrultusunda bu olanaklardan yararlanabilmesi için “özgürlük” (seçmeli dersler, yan dal programları, farklı tür ödevler ve farklı ölçümler), biliyoruz ki, gerçek öğrenmeyi, yaratıcılığı ve yenilikçiliği, başarıyı getiriyor.
Yükseköğretimde bu felsefenin hayata geçmesi, öncelikle akademisyenler ve akademik yöneticilerce benimsenmesine, ayrıca gerekli olanak çeşitliliğinin (kaynakların) sağlanmasıyla olabiliyor.
Öte yandan, sadece eğitimde başarının artması için bile, üniversite özerkliğinin ve üniversitelerin daha fazla insiyatif sahibi olmasının gereği ortada. Tüm uluslararası örnekler, üniversite özerkliği arttıkça eğitim-araştırma-uygulamada başarının da yükseldiğini gösteriyor.
YÜKSEKÖĞRETİM KALİTE KURUMU BAĞIMSIZ OLMALI
Üniversitelerimizin eğitim-araştırma-uygulama alanındaki başarısını artıracak bir diğer önemli destek de bir ulusal kalite güvence kurumunun kurulması olacaktır. Halen, kısıtlı sayıda üniversitemizde eğitim programları uluslararası akreditasyona (ABET, AACSB gibi) sahiptir. Ayrıca, üniversitelerimiz gönüllü olarak oluşturdukları yapılarla (MÜDEK, vb.) kendi programlarını denetlemekte ve akredite etmektedir. Ancak, birçok ülkede yükseköğretim sektörünün tümüne hitap eden ulusal kalite kurumlarının benzeri henüz Türkiye’de kurulmadı.
Üniversitelerin sunduğu hizmetlerin kalitesini izleyecek, kamuoyuna duyurarak sağlıklı bilgilendirmeyi ve şeffaflığı sağlayacak; üniversitelerin iç değerlendirme sistemleri kurmasına destek verecek; dış değerlendirme ve akreditasyon sistemini yönetecek bir ulusal kalite güvence kurumunun oluşumu gündemdedir. Bu oluşumun beklenilen etkiye kavuşması için nasıl yapılanması ve çalışması gerektiği yurtdışı örneklerden de bilinmektedir. Bu bağlamda en kritik nokta, kurulacak ulusal kalite kurumunun idari ve mali açıdan üniversitelerden ve YÖK’ten bağımsız olmasıdır. Evrensel olarak, aynı kuruluş (şirket) içinde dahi üretimin kalitesini denetleyen birim (kalite kontrol departmanı), üretimi yapan birimden (üretim departmanından) bağımsız olarak yapılandırılır. Ulusal kalite kurumu da, eğitim hizmetinin sunumundan sorumlu olan üniversiteler ve YÖK’ten bağımsız olmalıdır.
Önümüzdeki dönemde, yukarıdaki değindiğim başlıklara yönelik adımların başarısı, yükseköğretim sistemimizin ve ülkemizin geleceğinde belirleyici olacaktır.
* Araştırmacı gazeteci ve köşe yazarı olarak eğitim konusunu ülkenin gündemine taşıyan ve kamuoyunu bilgilendiren Sayın Pervin Kaplan’ı, uzun yıllara dayanan deneyimini “PK blog” üzerinden paylaşma girişiminden dolayı kutlar, başarılar dilerim.
01-05-2015